Salı, Ağustos 27, 2019

KADIN


Nasıl anlatalım size erkek egemenlerin sen daha doğmamışken kurallarını koyduğu bir dünyaya kadın olarak doğmayı?  

Erkek doğurmadığı için gelinin suçlandığı bir ülkede kız olarak doğmana sevinebilecek bir ailen varsa ne kadar şanslı olduğunu?

Birileri gururla oğluna “Göster amcalara pipini.” derken, senin bir köşede bacakların sıkıca kapalı oturduğunu?

Nasıl anlatalım mesela, sokakta komşunun oğlu sünneti için prens kostümüyle yanından geçerken, senin kanayan kadınlığını görmesinler diye gazete kağıdına sarılmış siyah bir poşetin içindeki pedi arkana sakladığını?

Kaç genç kızın ergenliğinde yeni çıkmaya başlayan göğüslerinden utandığı için kambur yürüdüğünü? Ya da eril toplumun güzellik standartlarına uymadığı için kaç kadının vücuduyla barışık olmadığını? 

Bedenin ya da yaşamın hakkında söz hakkının başkasında olmasını nasıl anlatalım?

Oyuncak bebeklerle oynaması gereken yaşta kucağına kendi bebeği verilen,  çocukken kadın olmaya zorlanan, bir eşya gibi başlık parasıyla alınıp satılan çocuk gelinlerden bahsedelim mi mesela? Ünzile’nin kaç koyun ettiğinin hesabını, Ünzile’yi onun yaşında doğuran anasına mı soralım?

Kadın kısmı okumaz, elinin hamuruyla erkek işine karışmaz, ulu orta yerde kahkaha atmaz. Diyelim okuyabildi, o mesleği yapar bu mesleği yapamaz. Bekara ev kiralanmaz. Hele bekar kadınsa, maazallah o eve kimlerin girip çıkacağı hiç belli olmaz. Kadın mıdır kız mıdır bilinmez.

“Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.“
“Babasıdır, kocasıdır, abisidir, amcasıdır, dayısıdır, kadının yeri erinin yanıdır.” 
“Döver de sever de, kol kırılır yen içinde kalır.”
“Ya benim olacaksın, ya toprağın” cümlesindeki tehditi, sevdiğini öldürecek kadar sevmenin psikolojisini nasıl açıklayalım?

Bu cümlelerin yalnızca bedenimiz değil ruhumuzdaki kanatları da kırdığını. Bir kadına atılan dayağın hepimize atılıp, edilen tecavüzün hepimize edildiğini. Emine Bulut’un “Ölmek istemiyorum!” çığlığının tüm kadınların çığlığı olduğunu…

Bu içselleştirmeyi, bu empatiyi size nasıl anlatalım?

Belki bir ümit çare bulunur diye tv programına bağlanıp, döven eşinden kaçmak için annesine taşındığını itiraf eden kadını, “Evcilik mi oynuyorsunuz siz? Dön kocanın yanına!” diye azarlayan güya din hocalarını ne yapalım mesela? Aldatılan ya da dövülen kadın olduğu halde, yuvasına sahip çıkamadığı için yine kadının suçlanmasını nasıl açıklayalım?

Çarpık zihniyetlerini din diye bize yutturmaya çalışan, kendi nefsini kontrol edemiyor diye kadınları kara çarşaflara sokan, zorla başını örttüren, kendi ayakları üstünde durursa otoritesi sarsılır, düzeni bozulur diye okumasını, çalışmasını yasaklayan, kadını seks kölesi ve hizmetçiden başka bir şey olarak görmeyen bu orta çağ algısını kaçıncı yüzyıla gömelim?

Bir koca bulmak için birbirine giren genç kadınların ya da evin erkeğine yaptığı yemeği beğendirmek için bi taraflarını yırtan gelin ve kaynanaların yarıştığı programları ne yapalım mesela?



Peki, şiddetin her türlüsünü normalleştiren dizileri? Mafyatik dizi karakterlerine aşık olan genç kızlarımızı? Eğitimli, zengin ve seksi kadınların dizilerde kötü kadın olduğu, fakir ama fedakar aile  kızlarınınsa beyaz jipli yakışıklı holding patronları tarafından kurtarıldığı senaryoları bize romantizm diye pazarlayanları ne yapalım?


Evden çıkarken içimize giydiğimiz görünmez kılıçları, tacizin gece gündüz, açık kapalı kıyafet fark etmediği fakat yine de bir yere otobüsle gideceksek başka, arabayla gideceksek başka kıyafet seçtiğimizi anlatalım mı? Toplu taşımada ayaktaysak sırtımızı duvara kapıya dayayıp, gece eve yalnız dönüyorsak sokak lambalarının altından telefonla konuşarak yürüdüğümüzü, bindiğimiz taksinin plakasını alan arkadaşlarımızı, eve gidince mesaj at cümlesinin bizim için ne kadar normal bir şey olduğunu, size nasıl anlatmamızı istersiniz?

Anamıza babamıza o saatte orada ne işleri vardı diye sormamaları için günlük hayatımızda aldığımız önlemlerin kaç tanesini sıralayalım size?

30 yaş üstü bekarsak kız kurusu, feministsek çirkin, mini etek giymişsek kaşınıyor, küfredersek ağzımıza yakışmıyor. Sevişmezsek kezban, sevişirsek yollu. Erkeğin elinin kiri olan şeyi kadın yaparsa zina, sonrası namus cinayeti, sonrası iyi hal indirimi. Tecavüzse, rızası var. Şort giydiysek, tahrik. Onların namus tanımıyla evinde otursan bile hiçbir sebep yokken, dışarıdan gelen mutsuz kocanın nesiller boyu babadan oğula geçmiş bastırılmış üzüntüden oluşan öfkesini, senin üstünden çıkartmayı kendinde hak görmesine nasıl son verelim?

Size erkeklerin malı, emaneti ya da namusu olmadığımızı, namusun iki bacağımızın arasında olmadığını nasıl ispat edelim?


Bütün bunlara rağmen pes etmediğimizi, savaşımız ve gözyaşımız kadar, cesaretimiz ve kahkahamızın da bulaşıcı olduğunu…

Bir cinsin başka cinse egemen değil, eşit olduğu bir dünyada yaşamayı hayal ettiğimizi…

Çocuk da yaparım kariyerdeki inadı, aile baskısına rağmen okuyanları, her şeyi göze alıp sevdiğiyle olanları…

Ne hayattan, ne aşktan vazgeçmeyişimizi…

Anlatarak, paylaşarak, sanatla, eğitimle, bilimle, üreterek birbirimize destek olmamızı…

Bu ortak hayal için çalışan herkesi kucaklayacak kadar kalabalık olmamızı…

Bütün bunların altında yatan gücü, aslında ne kadar güçlü olduğumuzu size nasıl anlatalım? 

Nasıl anlatalım size kadın olmayı? Bu ülkede insan olmadan önce, kadın olmayı size nasıl anlatalım?




Pazartesi, Ocak 19, 2009

günün bütün kanat çırpmaları..




..kendinden kanatlı olmak zor zanaattır.hele ki insan oğlunda..kendinden kanatlılık insan oğlunda kimi zaman sahibine bile belli etmez kendini..

gören gözlere sadece serpiştirir tüylerini.

ama sahibine asaletini, ama sahibine ağırlığını,sorumluluğunu,uçarılığını..
özgürlük ve tutsaklık arasında içe içe çekilmiş bütün nefeslerin seslerini verir, omurilik ağrısını bahane ederek kendine..

en çok da uyurken..

en beklemediğiniz an,en rahat edeceğinizi sandığınız an..

çünkü günün bütün kanat çırpmaları kendini yastığa yorgana attığında gelir, kanatların kime nasıl çarptığı,kimden yara aldığı,kiminle süzüldüğünün iç hesaplaşması vakti.

uyku, rüyanın babası..

rüya,kanatlarını görüp de, gün ışığında unuttuğun, sadece sızısının kaldığı kızı..

Pazartesi, Kasım 17, 2008

iyi seyirler


..Ve zamana görünmez iplerle asılı iki sevgiliydik biz ki o ipler elimizi kolumuzu bağlayan mı yoksa sihirbaz hilesi mi buna bile karar verememişken henüz.

dünya sahnemizdi kesin ama tek izleyici yine bizdik.

İki akrobatın sevgili olduğunu anlayabilir mi seyre kalan ya da dalan?

Ve hatta kadın ve erkekse sahnede hep içimizde bir yakıştırma olmaz mı acaba mı diye, beden dillerinde dillendiremediğimiz.

Neyse ki bileti alan da oynayanda aynı, kimseyi inandırmak zorunda değiliz kendimizden gayrı.

Ya ama zaman var aparat, mekan var dünya..onlar bize inanmalı değil mi?

yo yoo asla kandırmak değil.
oyun derken yalan anlamında değil.
bildiğin oyun canım.
gösteri..
çift kişilik.
birbirinizi eğlendirdiğiniz.
akrobatlık var napalım.
sirkte doğmuşuz da farkında değiliz..
ben bir anda asılı buldum kendimi hem,

istedim mi?

Evet tabiî ki de istedim.

ama bu şeye benziyor,

hani ben küçükken gondola binmiştim bir kere.yalnız değilim.yanımda çocukluk arkadaşım..ben aşığım ama herife..
nerdeyse ilk aşk yahu..

gece geç..
lunaparkta tek tük müşteri..
gondolda kimsecikler yok.
sadece iki velet. biri kız biri erkek.
bööyle bakıyoruz gondolcu amcanın gözüne..
tamam dedi bize,geçin binin..
inanamadık!

Ben hemen geçtim en arkaya oturdum. Heyecan seviyor ya kız, bekliyor ki çocuk da gelecek yanına oturacak, elini tutacak, çığlıklar kahkahalara oradan kalplere karışacak..

hı..tabi..

gelmedi..

ortaya oturdu..

o beni çağırır yanına ben onu..
havalarda ısrar, ikna, inat..
ama gemi beklemez, bindik bir kere, ona ne canım nereye oturduğun..kimin elini tuttuğun..

başladı sallanmaya..yavaştan hızlıya..alçaktan yükseğe..
her seferinde ters dönecekmiş korkusuyla seni kandıran..

ben tam ona gel diyordum, beklemediğim anda havalandı gondol,

bir anda heyecan, ikinci anda kahkaha, üçte korku, dörtte niye yanımda değil, beşte biz niye hala sallanıyoruz,
altıda ay bir dakika ya, yedide çocuğa bağırıyordum, sekizde bütün lunaparka, dokuzda midem bulanıyordu..

gondolcu amca yoktu.

ve biz dakikalardır bizi bir şekilde unutan adamın kayığında sallanıyorduk.

Gözümü kapadım, artık bağırmıyordum, ölücem dedim içinden. Tarihin en saçma ölümlerinden biri olacak.

Janjanlı ama..

gazete başlıkları geçiyor kafamdan.

“sadece çocuktular!”,

“kendi kusmuklarında boğuldular!”

“gondol bu kez eğlendirmedi!”

..sorumsuz gondolcu B.U. sadece sigara içmeye gitmiştim dedi.

Tak!

Durduk. İndik. Kustuk.

Şimdi kim tanrı ya da kader, gondol mu dünya, biz mi bir dünyayız, zaman bunun neresinde, zarlar kimin elinde bilemem.
herkesin metaforu kendine.

Ben lunaparkın yanındaki sirke geçtim. alan değiştirdim. akrobasiyle uğraşıyorum dediğim gibi.

Evet bu da tehlikeli, ama takım işi.

Gözümün önünde birbirine sıkıca havada kenetlenmiş pudralı eller var.tam düşecekken bir anda seni kavrayan elin çıkardığı bembeyaz toz bulutu, sadece havadayken görebildiğin..

Aklım bir karış havada, kalbim ellerimde, iyi seyirler dilerim..

Salı, Eylül 25, 2007

düğün ve cenaze

…ve evet..ben viski içmiştim bir şişe..minibüste çaktırmadan bile sessizce kusa bile bilmiştim.yanımdaki adamın göz bebekleri büyümüştü.neyse ki yabancıydı, neyseki mi yoksa ne yazıkki mi hala kafamı kurcalar?
(ve evet ki eki ayrı yazılır.)

gece zaten sabaha yazıyordu o gün eve vardığımda.daha ben bunun farkına varamamışken, gece ki benim dostum terk etti beni bir anda..gözlerimi açamazken ben daha binlerce km uzaktayken güneşe, peki bir de havadaysan ve uçuyorsan ve bulutlar altındaysa, gözler nereye ağlar?

Ki evet boşuna ağlamaya çalışmadığını ilk gözlerim anlayacaktı halamı bir saat sonra gördüğünde..halam değildi o kadın halam sadece gözlerinde kalmıştı ki gözler evet bu yüzden tanrısı ruhun.her şey çok hızlıydı otomatik zaman algısında ama benim matematiğim öyle çalışmıyordu.saatler benle dalga geçiyordu.günler ve hatta seneler lazımdı ölüme çünkü..

insan 3 saat önce sarhoş uçağa biner şehir değiştirir inadına güzel bir sıcak gün beklerken bünye ölümü gördüğünde soğuktan terler mi?

Sığındım koştum yukarıya. bir an yetti bana.zaman istiyordum biraz zaman…
sadece… olanı ve biteni… algılamak için…………...yalvarırken zamana…
o olanı çoktan oldurmuş,
bir hayat bitmişti bile.
ben de onu kandırdım o zaman! alt kattan gelen çığlığı duyduğumda ben çoktan halamın elini tutuyordum.
aşağıya koşmak için gereken o bir anı kaçırmamak için gözlerimden
sıkıca kapatıp onları koştum merdivenlerden.
Tam da bu yüzden halam kendi gözlerini verdi bana…

sonrası muamma, sonrası curcuna, sonrası fırtına, sonrası gerçek, değil..

Düğün ve cenaze bir oluyordu Adana'da.

aynı sokakta..

davul sesinden tek bir hıçkırık duyulmuyordu.

koştum deli gibi susturmak için onları

hayata yaptıkları saygısızlık ağzımdan taşacaktı
bu kez.ama gözlerim gelinin kahkahalarına takıldığında çeneme susmasını emretti.bilmiyordu.mutluydu.aşıktı.hayattı.bu anı bilmeden yaptığı saygısızlıkla hatırlamamalıydı.hayat tam da böyle bir şeydi.bir aradaydı,aynı andaydı, siyahla beyaz birbirlerine aşıktı, karışıktı.çok güzeldi..davullara, kahkahalara karıştı halam,onlarla gitti.
……………………………

Elleri.. çok güzeldi…tertemizdi. mis kokuyordu onları öptüğümde… hayat kokuyordu ölü bir bedende..sonrası toprak, sonrası kalbimde, sonrası gökyüzünde, her şeyde, her yerde..yaşıyor..ve bana dilediğim kadar zaman tanıyor.şımarıklık mı elbette..gözleri bende..

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

anadolu turnesi..

Diyor ki şarkıda, hiçbirşey dünyamı değiştiremez...

Öyle bir dünyam var ki..evet, "Diyarbakır" yahut "Tuz Gölü" evren geliyor bana.

İzliyorum, katıyorum, kimi zaman kusuyorum.

Aslında dünyam değişmiyor ben sadece onu hatırlıyorum...

bu yıldızlar, bu beyazlık, bu toz, bu köy duvarları, bu tahta tahtlar, bu dicle, bu sonsuzluk, bu atlar, rüzgarlar, sıcaklar..hepsi yardımcı aklıma, farkında ya da farkındasız..

ben farkındayım ama..sonuna kadar.

bu müzik hele kulaklarımda ya da insanların yüzlerinde gördüğüm..

Dans ediyorum yine! herşeyle..herkesle!

dalgalanıyorum, duruluyorum yine!

Güneş mi?

güneş doğuştan esrarı kafaların firariyete sebep veren...

Değişim değil, tanıdık aslında olan ve biten.

İki sene öncesi ve sonrası çok şey değişti, hiçbir şey değişmedi.

BEN ekleniyorum..eklenerek büyüyorum.
yaş 25, ergenliği de geçeli çok oluyor ama.. "aşk" çileli, bitmek bilmeyen ergenliğiymiş kalbimizin derdi kitap.
e biz de doğuştan aşığız, sarhoşuyuz bu dünyanın, meşkle atar her gün kalbimiz. bazen atışını duyamayız ama biliriz orda olduğunu, nefes almaya devam edebilir miydik sanıyorsunuz yoksa siz?

Biz diyorum. Bu durumda ne bok yeriz?:)................devam ederiz.

yalnız ama kalbi kalabalık, aklı karışık.. aydınlığa, sonsuzluğa.

gözümüze güneş gözlüğü takışımız bundandır. yorulmasın gözlerimiz ki, önümüzü, önümüze halı sereni ya da önümüzde engel olanı görelim.

çok düzgün bir kadın olmaya vara yazıyorum.
egom aşağıda, kafam yukarıda..inancım bir köy damından onlara el sallıyor,
köylü bir ufaklığı seven 80'lik bir dedenin ünlü damarlı ellerinden esip Dicle'ye ulaşıyor,
atlet ve donlu bir köy çocuğu gibi dicleye dalmak istiyor balıklamasına..
umarsız, fütursuz, içinden geldiğince..
insanların gözlerine doyasıya, korkmadan yargılanmaktan bakmak istiyor..

içmişim başım dönüyor, dönüyor..dünya durmadan dönüyor, dönüyor...

iyi herşey...

hande hanım

24 temmuz 2007 Diyarbakır 05:01