Salı, Eylül 25, 2007

düğün ve cenaze

…ve evet..ben viski içmiştim bir şişe..minibüste çaktırmadan bile sessizce kusa bile bilmiştim.yanımdaki adamın göz bebekleri büyümüştü.neyse ki yabancıydı, neyseki mi yoksa ne yazıkki mi hala kafamı kurcalar?
(ve evet ki eki ayrı yazılır.)

gece zaten sabaha yazıyordu o gün eve vardığımda.daha ben bunun farkına varamamışken, gece ki benim dostum terk etti beni bir anda..gözlerimi açamazken ben daha binlerce km uzaktayken güneşe, peki bir de havadaysan ve uçuyorsan ve bulutlar altındaysa, gözler nereye ağlar?

Ki evet boşuna ağlamaya çalışmadığını ilk gözlerim anlayacaktı halamı bir saat sonra gördüğünde..halam değildi o kadın halam sadece gözlerinde kalmıştı ki gözler evet bu yüzden tanrısı ruhun.her şey çok hızlıydı otomatik zaman algısında ama benim matematiğim öyle çalışmıyordu.saatler benle dalga geçiyordu.günler ve hatta seneler lazımdı ölüme çünkü..

insan 3 saat önce sarhoş uçağa biner şehir değiştirir inadına güzel bir sıcak gün beklerken bünye ölümü gördüğünde soğuktan terler mi?

Sığındım koştum yukarıya. bir an yetti bana.zaman istiyordum biraz zaman…
sadece… olanı ve biteni… algılamak için…………...yalvarırken zamana…
o olanı çoktan oldurmuş,
bir hayat bitmişti bile.
ben de onu kandırdım o zaman! alt kattan gelen çığlığı duyduğumda ben çoktan halamın elini tutuyordum.
aşağıya koşmak için gereken o bir anı kaçırmamak için gözlerimden
sıkıca kapatıp onları koştum merdivenlerden.
Tam da bu yüzden halam kendi gözlerini verdi bana…

sonrası muamma, sonrası curcuna, sonrası fırtına, sonrası gerçek, değil..

Düğün ve cenaze bir oluyordu Adana'da.

aynı sokakta..

davul sesinden tek bir hıçkırık duyulmuyordu.

koştum deli gibi susturmak için onları

hayata yaptıkları saygısızlık ağzımdan taşacaktı
bu kez.ama gözlerim gelinin kahkahalarına takıldığında çeneme susmasını emretti.bilmiyordu.mutluydu.aşıktı.hayattı.bu anı bilmeden yaptığı saygısızlıkla hatırlamamalıydı.hayat tam da böyle bir şeydi.bir aradaydı,aynı andaydı, siyahla beyaz birbirlerine aşıktı, karışıktı.çok güzeldi..davullara, kahkahalara karıştı halam,onlarla gitti.
……………………………

Elleri.. çok güzeldi…tertemizdi. mis kokuyordu onları öptüğümde… hayat kokuyordu ölü bir bedende..sonrası toprak, sonrası kalbimde, sonrası gökyüzünde, her şeyde, her yerde..yaşıyor..ve bana dilediğim kadar zaman tanıyor.şımarıklık mı elbette..gözleri bende..

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

anadolu turnesi..

Diyor ki şarkıda, hiçbirşey dünyamı değiştiremez...

Öyle bir dünyam var ki..evet, "Diyarbakır" yahut "Tuz Gölü" evren geliyor bana.

İzliyorum, katıyorum, kimi zaman kusuyorum.

Aslında dünyam değişmiyor ben sadece onu hatırlıyorum...

bu yıldızlar, bu beyazlık, bu toz, bu köy duvarları, bu tahta tahtlar, bu dicle, bu sonsuzluk, bu atlar, rüzgarlar, sıcaklar..hepsi yardımcı aklıma, farkında ya da farkındasız..

ben farkındayım ama..sonuna kadar.

bu müzik hele kulaklarımda ya da insanların yüzlerinde gördüğüm..

Dans ediyorum yine! herşeyle..herkesle!

dalgalanıyorum, duruluyorum yine!

Güneş mi?

güneş doğuştan esrarı kafaların firariyete sebep veren...

Değişim değil, tanıdık aslında olan ve biten.

İki sene öncesi ve sonrası çok şey değişti, hiçbir şey değişmedi.

BEN ekleniyorum..eklenerek büyüyorum.
yaş 25, ergenliği de geçeli çok oluyor ama.. "aşk" çileli, bitmek bilmeyen ergenliğiymiş kalbimizin derdi kitap.
e biz de doğuştan aşığız, sarhoşuyuz bu dünyanın, meşkle atar her gün kalbimiz. bazen atışını duyamayız ama biliriz orda olduğunu, nefes almaya devam edebilir miydik sanıyorsunuz yoksa siz?

Biz diyorum. Bu durumda ne bok yeriz?:)................devam ederiz.

yalnız ama kalbi kalabalık, aklı karışık.. aydınlığa, sonsuzluğa.

gözümüze güneş gözlüğü takışımız bundandır. yorulmasın gözlerimiz ki, önümüzü, önümüze halı sereni ya da önümüzde engel olanı görelim.

çok düzgün bir kadın olmaya vara yazıyorum.
egom aşağıda, kafam yukarıda..inancım bir köy damından onlara el sallıyor,
köylü bir ufaklığı seven 80'lik bir dedenin ünlü damarlı ellerinden esip Dicle'ye ulaşıyor,
atlet ve donlu bir köy çocuğu gibi dicleye dalmak istiyor balıklamasına..
umarsız, fütursuz, içinden geldiğince..
insanların gözlerine doyasıya, korkmadan yargılanmaktan bakmak istiyor..

içmişim başım dönüyor, dönüyor..dünya durmadan dönüyor, dönüyor...

iyi herşey...

hande hanım

24 temmuz 2007 Diyarbakır 05:01

Salı, Haziran 26, 2007

biri bana "an"latsın..

Sözler umulmadık noktalarda geziyor,
çekimlenmesi sonucu kafaların..

kim nereye çekiyor bu kafaları zaten bilmem. birilerinin kafayı çektiği kesin gerçi..

bunlar kime çekmiş bilmem ki?

öyle sarhoş olsalar bir an seni unuturlar.

çekmecelerimiz var bir sürü..toplayıp toplayıp tıkıştırıyoruz anılarımızı içine.
her yer sıkış tıkış oluyor kimi zaman, kimi zaman sadece bir çikolata..

anımsatma yasası, unutma güdüsüyle kavga halinde içeride…


zaman deney yapıyor üstümüzde çocuklarından yararlanarak.

yıllar, aylar, haftalar, günler, saatler, anlar.

anlar en spontanı.
saatler geçmek bilmezken, günler su gibi akar.
haftalar birbirini kovalarken,
aylardır göremediklerimiz mi, yıllarca kalbimizden çıkaramadıklarımız mı
kahramanı öykünün?

kocaman soru işaretleri takılıyor her gün boğazımıza
oysa ki üç noktaya aşık değil miydik biz doğuştan...

anlar diyorum.

bu anlardan kim anlar?

anlık hezeyanların esiri olmak..kendi şansım ve lanetim.

Perşembe, Mayıs 10, 2007

"havan batsın.."

Bana ne olduysa bu havalar yüzünden oldu.
Beni bu havalar mahvetti…

Hayat ne zaman bizim üstümüze gelmekten vazgeçip başka işlere bakacak?

Yoksa hayatın tek işi biz miyiz?

Hayatla ben ayrımıyım peki? Evet ben, kendim bir hayat yaşıyorum, ama bana da bir hayat yaşattırıyorlar.

Hayat bana kontrol edemeyeceğim bir hayat daha yaşatıyor.

Oynayabileceğim tek şey kendim gene..
eğer bir şeyleri değiştiremiyorsam kendimi değiştiriyorum.

Arka bahçeye itiyorum olanı biteni ama bahçe bu, her şeyiyle büyüyor..
bütün çimenleriyle, bütün deve dikenleriyle, kaktüsleriyle,

hayır..bahar değil arka bahçe..
kurak bir kış mevsimi yaşıyor dallar, çimenleri sararmış..
onları kontrol etmek lazım, budamak lazım ki..
ön bahçeye sızmasınlar, orayı da kaplamasınlar.

Bahar ve yaz bir arada ön bahçede çünkü..
meyvelerim kurumasın, çürümesin, çiçeklerim solmasın.

Bu yüzden hatırlamak gerek arka bahçeyi ön bahçe kadar.

Sırf mutlu olmak için acı çekmek gerek işte, arada arka bahçeyi budarken acı çekmek,
bahar için, meyve için, yaz için, lavantalar için…

Keşke beynimin de çok parası olsa da, bitmeyen hesabımdan para çekip gerektiğinde benden habersiz otomatik budama yaptırsa acılarıma.

Otomatik ödemeyle içim rahat hah!
Sen ön bahçende yan gel yat!

ama işte yok, bu havalar vergi denetimcileri işte..

“Evet Hande hanım, nereye ne kadar harcama yapıyorsunuz bir bakalım..
Bu arka bahçe otomatik ödeme fonu da nedir?
Ne kadar çok harcama yapmışsınız hesabınızdan!”

Gel de unut…

“Yaaa bende de bu aralar bir yorgunluk, bir baş ağrısı, bir kendini bilmezlik..demek ondanmış hepsi, ama hatırlattınız bana her şeyi, acılarım artmasın şimdi?...”

Salı, Nisan 03, 2007

"kalbin hafızası"


Bu gece dolunay var…Dolayısıyla var oluşum bir şeyler yazmak için kalemi elime tutuşturuyor.. E ben kimim ki, ya da kim var oluşuna karşı koyabiliyor ki ben koyayım?..Girizgahlar yerinde bitirilmeli.

Gir gelişme paragrafına…

Hafızadan bahsedeceğim bu gece..
Kötü hafızadan.
Kötü ve İyi hafızanın aşkından...
Şimdi böyle bir ilişki isminden de anlaşıldığı üzere akıllara zarardır.
Peki böyle bir ilişkiye niye başlanır?

1) Salaklıktan
2) Sıkıntıdan
3) Macera arayışından
4) Dengelenme arzusundan
5) Hepsi
6) Hiçbiri

Doğru seçenek yoruma açıktır, size bırakıyorum. Benim için önemli değil hangisi olduğu çünkü doğum ya da ölümle değil yaşamakla ilgileniyorum.

Gelelim nasıllarına o zaman…

Kötü hafıza aslında zekidir, laneti unutkanlığında gizlidir. Kullanım süresi kişiden kişiye değişir. Doğası var oluşu gereği anlara takılır, anlarda yaşar, anlar yaratır ve onlara aşık olur.

İşte işleri karıştıran da şu an meselesidir.

Çünkü İyi hafıza işte bu anlık hezeyan durumlarının tekinde gelir.

Çünkü İyi hafıza, var oluşu, doğası gereği an toplayıcısıdır. Bütün anları iyisiyle kötüsüyle yaşamak, hatırlamak ve onlarla kendini sürekli yeniden yaratmak ister.

İyi hafıza birikmek ister.

Birikim burada “an”ahtar kelimedir.

Kötü hafıza biriktiremez. Biriktirse hatırlayamaz. Hatırlasa iki an arasındaki köprüde,
“-köprüden geçemedim, az doldur içemedim..” şarkısını mırıldanır.

Aşklarını yaşarken gün be gün iki hafıza, anlar birikir anılara dönüşür.

İşte trajikomik durumda, tam bu noktada, nokta atışıyla, tepe noktasına dönüşür,

çünkü anılar Kötü hafızada unutulurken, İyi hafızada aşkı büyütür.

Biri büyürken, biri küçülür.
Biri yakınlaşırken, diğeri uzaklaşır.
Anılardan anlara bir avuç hayal kırıklığı kalır.

İyi hafızanın laneti, her şeyi hatırlamasıdır.
Öyle ki, her şey olup bittiğinde,
Kötü hafıza başka anlar peşinde koştuğunda dahi, onsuz,
sadece anıları ve yarattıklarıyla hayatına devam edebilir.

Peki bu nasıl bir boktan durumdur? Hiç mi çıkış şansı yoktur?

Vardır…

Kötü hafıza sadece kalbinin hafızasını hatırlamalıdır.

Kalbini cebine koysun gelsin yeter ki, İyi hafıza onu tamamlayacaktır.

Örnek mi? Buyurun, şöyle ki..

“-köprüden geçemedim, az doldur içemedim..”

diyen Kötü hafızaya, İyi hafıza şarkının gerisini hatırlatır..

“-sen benden vazgeçtiysen, ben senden geçemedim..
ay doğar mavi mavi..rüyamda gördüm seni yar..”

"ararsan ekime, aramazsan..."

Ellerim terliyor.Hem sıcaktan hem beklemekten..Benim kışında beklerken ellerim terliyor..

“Beklentinin her türlüsü yeni bir fiyaskoya gebedir ama ne yazık ki fiyaskonun kürtajı yoktur.” , bu aralar ki alt yazı hayatıma..

İnsan başkalarına ağır abla olabiliyor, atıp tutabiliyor kalbinin gördükleri hakkında ama yalnız kalınca o ağırlık ablalıktan kalbine çöküyor işte, kendine yalan söyleyemiyorsun.

Nefes alamıyorum beklerken, hayat saçma gündeliklerle akıyor ama devam etmiyor.

Takılı kaldım o bankta. O günden sonra her gün gittim parka, o bank hep doluydu. Başka insanlar o bankta oturuyordu, ben başka insanlarla başka banklarda.

Hayat bir film ya güya, aklıma göre..gidip oturuyorum tek başıma bir banka..önüme bakıyorum kaldırmıyorum kafamı, ta ki bakışlarını üstümde hissedene dek..hissediyorum ama başımı kaldırıp onu orada görememeye de tahammülüm yok. Elimde kalan son cesareti çıkartıyorum cebimden ve kaldırıyorum gözlerimi…….orda…. bana bakıyor….birden bire… beklerken ama aslında hiç beklemezken..

Hayat bazı şeyleri açıklarken, bazı şeyleri açıklıktan uzaklaştırma gücüne sahip bir cümle…
Açıklama karmaşayı da getirdi beraberinde. Halbuki ben iyiydim. Parantezini kapatmıştım o cümlenin. Şu anda her şey üç nokta… Üç noktanın yanında bir ikon yanıp sönüyor. Bana yeni cümleyi yazsın istiyorum ayakta bakarken yüzüme.

Aramamam lazımdı onu, diğer cümleler öyle söylemişti çünkü bana. Kendi cümlesini yazması için vakit tanımam gerekliydi ona..ama ben, bilinçsizce oldu anlıyor musunuz? Alışkanlıktan gitti elim telefonun tuşlarına, karşıda sesini duyunca her şey çok geçti algılamak için her şeyi..
Yalan söyledim ona, eski biz gibi konuştuk ama kısacık, hiçbir şey olmamış gibi kapattık.

Şu an her şey daha kötü, şu an beklemek daha zor, olumsuzluk ekleri uçuşuyor havada..
Aramayacak biliyorum..ve hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak..

This is the end of a friendship..

Faturalı hat pahalı gelmişti kalbime, kontörlüye geçmiştim.

Kaç kontör kaldı acaba?

Pazartesi, Nisan 02, 2007

"küçük yerden yırtılmış kadınlar üstüne..."


Bir de küçük bir yerden büyük şehre gelmiş, kendine zar zor şehrin bir kıyısında yer açabilmiş, çoğunlukla sekreter, memur, hizmetli kadınlar vardır. Duruma göre ya sadece işlerini yapıp içlerine kapanırlar, ya da uzun ojeli tırnaklarıyla daha çok şey koparmak, yemek için o ünlü pastadan, habire konuşur, habire koşturur, didinip durur, yırtık kadın olurlar.

İkisi de o masumiyetlerinin içinde tehlike arz eder aslında. Biri, patlamaya hazır bir bombadır, diğeri de orada burada sürekli patlatıp bombasını, başlarına ve başkalarının başlarına iş açar...

Bu ikinci türden kadınlardan biri var hayatımda. O kadar çok ve boş konuşur ki, çünkü o kadar yalnızdır aslında. Evine değil, üstüne başına yatırır bütün maaşını. Sırf bende başardım al işte böyük şehir diye parasının karşılaması çok zor, sosyetik bir mahallede ve evde oturur.

Yalnızlığı onu patavatsız yapmış, çat kapı komşu aileye sığınır olmuştur. Siz kendi dertlerinizle uğraşırken, ona anlayamayacağı cümleler kurmaktan yorulursunuz gün be gün. Çünkü biliyorsunuzdur, o hep gene ısrarla aynı şeyi yapacaktır. Sıkılırsınız ondan. O kadar sıkılırsınız ki, bazen zil çaldığında kapıyı bile açmaz, telefonlarına çabuk yanıtlar verir, bir an evvel bu uygunsuz durumun bitmesini dilersiniz.

Halbuki o, cücelerin dünyasında yaşayan koca bir devdir, ya da zücaciye dükkanına girmiş bir fil... Pek güzel de değildir. Üstüne başına aldığı, şık sandığı kıyafetler onu iyice rüküş yapmakta, akşamları tek başına hırsla yediği koca bir tencere makarna, kendisini pahalılıkla saklamaya izin vermemektedir.

Hayat üzerine birkaç bir şey düşünmüş, ofisi asıl dünya sanmış, ayak oyunlarından nasıl sıyrılırım diye “Hürrem Sultan” falan okumuştur. Kendisine zarar vermesinler diye öyle bir kabuk bağlamıştır ki, belki de içindeki o küçük kasaba çiçeğini sevecek ve ona özlem duyan bir erkek, sırf bu kabuktan onu görememektedir. Ama o bunu fark etmez, dedim ya söyleseniz de fark etmez. Siz sinirlenirsiniz, sinirlendikçe reddedersiniz, reddettikçe o daha çok yalnızlaşır, siz daha çok bencilleşirsiniz.

Ama bir gün o haklı sebepleriniz onun attığı bir bombayla patlar...

Kapınıza bayram kutlaması için gelmiş, siz de onu anlamadan sadece başınızdan savmak niyetindesinizdir. İşte o hiç gelmeyecek sandığınız anda bu noktadır. Sizi anlamayan ve kırılgan gözler gelir o neşeli ve boş bakışların yerine... Sonra yalnızlığın ve reddedilmenin hiddeti bir çığlıkla, hızlı adımlarla evine çıkmaya başlar.

Siz öylece kalakalırsınız, suçluluk sarar her yanınızı, hemen bu duygudan kurtulmalısınızdır. Arkasından dönmesi için bağırırsınız ama o artık durmaz, duramaz. İşte, aslında hep istediğiniz şey olmuştur. Bir daha sizin o akıllı dünyanıza gelmeyecektir. Oh be... Değil midir?

Değildir, çünkü henüz tam olarak yabancılaşmadıysanız her şeye ve herkese, evinin kapısında bulursunuz kendinizi. Kızgın, öfkeli bir surat, bu yanlış anlaşılmadan kurtulmanız gereklidir. Siz duyarlı birisinizdir çünkü. Aman aman...

İşte kapı açıldığında ikinci bombayı patlatır yırtık kadın, her şey altüst olur, tüm dengeniz değişir. Çünkü karşıda kızgın bir surat yerine, ağlamaktan kızarmış gözler ve içine içine çekilen bir burun durmaktadır. Siz yine kalakalırsınız ve ardından ona bütün içtenliğinizle sadece sarılırsınız. Karma karışık ama bir o kadar basittir bu sahne...



Kasabanın incileri dökülmesin kentin sokaklarına, damlamasın ayaklarınıza olur mu?... Çünkü en yırtık kadın, en yaralı kadındır aslında, o kadar yırtıktır ki yaraları ve yalnızlığı taşıverir etrafa...

Cumartesi, Mart 10, 2007

tuvalet kağıtlarının toplumsal görevi

Evet, hiç fark etmeseniz de tuvalet kâğıtlarının çok önemli bir görevi var dünyamızda..
Neden bütün tuvalet kâğıtları beyaz ya da pastel, açık renklerde hiç düşündünüz mü?
Peki, her gün ne kadar sıklıkta onlarla ve bize yansıttıklarıyla yüz yüze geldiğimizi?

Bütün tuvalet kâğıtları devrimcidir arkadaşlar!


Şaka yapmıyorum, bence iktidarın ya da her neyse işte sistemin dokunamadığı en özel alanlardan biridir bu durum. Yoksa bütün tuvalet kâğıtları siyah olurdu çünkü siyah, izleri ve kirleri göstermez, her şeyi kapatır...


Siyahlığın başka beyaz düşlere izin verdiği tek alan göz kapaklarıdır.

İster kendi isteğinizle, ister başka birileri zorla sizin gözünüzü kapatsın, kimse kimsenin hayal gözünü kapatamaz. Hayal, adı üstünde çok güçlü bir şeydir çünkü bembeyaz tuvalet kâğıtları kadar. Bize her gün inatla, hiç yorulmadan, ısrarla neleri tükettiğimizi, kadınlığımızın kanayan yarasını falan göstermeye çalışan.

Pis bir imajı vardır devrimci tuvalet kâğıtlarının, hâlbuki asıl iğrendiğimiz kendi pisliğimizdir. O kadar ki tuvaletteki çöp torbasını bile gündelikçilerimize boşalttırırız. Kendimizden, tükettiklerimizden, doğmamış çocuklarımızdan kaçarız. Çoğu zaman o beyazlığın üstündeki lekelere bakmadan, tıkıştırıveririz çöp kutusuna onları. Aman sakın elimize hiçbir şey bulaşmasın. Hâlbuki birileri dokunabilir kendi pisliğine ve en mahrem yerlerine... Kir ve pas tutmuş taharet musluklarından inatla akan temiz suyla yıkar kirlerini. 



Kirlerden arınmak için dokunmak lazımdır çünkü onlara. Yıkayabilmek, temizlenebilmek için dokunmak...


İşte o zaman yıkanmışlığın, ferahlığın ıslaklığını kurutur tuvalet kâğıdı tüm beyazlığıyla. Arınmışlığın ıslaklığı onları kirletmez. İşte o zaman rahatlar görevini yerine getirmenin başarısıyla, uslu uslu bekler devir-i daimini. Öbür türlü, kendini ve olanı ve biteni fark ettirmek inadıyla kullanılıp atıldığında bile yerinde durmaz, rahat edemez. Pis kokular ancak ve ancak lekelenmiş beyazlıklardan çıkar çünkü...

İlk beyaz tuvalet kâğıdını yapan insanı “Don Kişot” ilan ediyorum. Saygılar...

Perşembe, Şubat 22, 2007

Vesaire...

Hangisi daha can acıtıcı?
Aşıkken sen midendeki kelebeklerin sahipsiz kalması mı?
Aşıkken sana o senin midende sahipsiz kelebeklerin dansı mı?
Koşarken deli deli tamda yağmur yağıyorken içine dışına..
Mekan mı bizi yanıltan zaman mı?
Olay mı bizi kaçırıyor biz mi kişileri?
Tutkular yanıp kavrulurken bulutlarca dökülen yağmur ilahi komedya mıdır yahut?
Vazgeçtim tamam huzuruma gideyim derken yolda tümseklerce tutkuya takıldım..kapıldım..hem de bana ait olmayan..görevleri sadece hatırlatmak olan..
Bu kadar çok aşk varken etrafımda…ben aşık bile değilim..zannediyorum ya da umuyorum hep bekliyorum ama en çok.
Kimse yokken güçlüydü yalnızlığım içime dışıma dağlara tepelere taşan.. gururluydu yalnızlığım..
Kimseli yalnızlık,..en zoruymuş meğer…